Doksanlar Türkiyesi -1– 1990–1993
Özal’lı yılları tam bir arada kalmışlık veya değişim yılları (serbest piyasaya) olarak adlandırırsak, 90'lı yıllarıda yeni dünyaya ayak uydurma çabası olarak adlandırabiliriz sanırım. 80'li yılların nispeten diğer dönemlere göre siyasi anlamda daha istikrarlı geçmesi, Türkiye insanının yabancı yatırımlarla daha çok karşılaşması ve darbenin de etkisiyle toplumda özellikle de gençler arasında iyice belirginleşen bir apolitik hava 90'lı yılları da şekillendirecekti. Sosyal yaşantıda ki değişiklikler, internetin yayılışı, değişen sosyo-kültürel algılar ve toplumun değişen normları doksanları net bir şekilde bize özetliyor. Siyasi anlamda büyük ve içinden çıkılması zor olayların yaşandığı bu 10 yıllık periyot, bugün bile hala çözülememiş, ertelenmiş problemler yumağı olarak önümüze çıkıyor. Faili meçhul cinayetler,yolsuzluklar,katliamlar,ekonomik krizler ve terör, doksanlar Türkiyesi’ni anlamada kilit sözcükler olarak tarihe geçtiler.
Doksanlı yıllarda Türkiye daha önce karşılaşmadığı türden bir tehdit ile karşı karşıya geldi. İslami söylemlerin arkasına saklanarak toplumu terörize eden oluşumlar toplumda büyük infiale yol açtılar, bu oluşumların en büyüğü ve en sistemlisi Türkiye Hizbullah’ıydı. Örgüt aslında 12 Eylül’den önce 1979'da kuruldu ama neredeyse tüm sansasyon yaratan eylemleri 90'lı yıllar içerisinde yaşandı. Kürt -Sünni- İslamcı bir örgüt profilindeki grup şiddet ve cinayet gibi eylemlerini ilk başta PKK üzerine yoğunlaştırsa da daha sonraları hedef değiştirerek Laik-Atatürkçü çevreleri hedef almaya başladı. Taktikleri ve sistemleri diğer suç örgütlerinden, siyasi örgütlerden ve terör örgütlerinden tamamen farklıydı. Türkiye, hizbullah ile birlikte domuz bağı cinayetleri ve mezar evlerle tanıştı, bu eylemlerden dolayı PKK ile mücadele ediyor bahanesiyle o zamana kadar devlet nezdinde hoş görülen Hizbullah doksanlı yılların en korkutucu terör örgütüne dönüştü. Muhammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok ve Turan Dursun cinayetleri genel olarak Hizbullah’ın Laik kesime vermek istediği mesajlar olarak görüldü, öldürülenlerin hepsi laik ve Atatürkçüydü. Bu cinayetlerin yanı sıra o dönemlerde yaşanan laik-dindar çatışmalarının hepsinde hizbullah etkisi görülüyor. (örneğin madımak olayları) 1990'ın en unutulmaz olaylarının perde arkasında bu örgüt vardı, daha sonra faili meçhul bir şekilde öldürülecek olan Uğur Mumcu’da hizbullah tehlikesinin farkındaydı ve toplumu bilinçlendirmeye çalışıyordu. Mumcu’ya göre; Hizbullah, Türkiye’deki Kürtleri etkilemeye çalışıyordu. Güneydoğu’daki Hizbullah, İslamcı Kürtler’den oluşur, “Hizbullah” ve “Amal” örgütleri ile aynı yolu izler, aynı yöntemleri kullanır. (Amal, Lübnan Hizbullahı) ayrıca Mumcu, PKK-Hizbullah savaşının kökeni hakkında da yorumlarda bulunmuş. İran İslam devletinin 1988 yılından sonra Öcalan’a Kuzey İran’da kamp yerleri vermesi ve sonraları PKK elebaşının İran Devrimini öven yazılar yazması kimilerince PKK’nın o zamana kadar kullanmadığı ‘’din silahını’’ kullanacağı şeklinde yorumlanmış ve bazı dindar Kürtleri harekete geçirmiştir. Kürt Hizbullahı’nın da ilk yıllarında PKK’ya karşı giriştiği mücadelenin temelinde bu neden yatmaktadır.
Dönemin nispeten siyasi istikrar ile başlasa bile belkide Türkiye Cumhuriyeti tarihinin siyasi anlamda en istikrarsız dönemi olarak tarihe geçti. Dönemin en etkili siyasi kişilikleri merkez sağda Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve Necmettin Erbakan, merkez solda ise Erdal İnönü, Deniz Baykal ve Murat Karayalçın’dı. 12 Eylül ile birlikte yaklaşık 8 yıl yasaklı kalan Süleyman Demirel,Bülent Ecevit ve Alparslan Türkeş’te tabi ki dönemin en etkili isimleriydi. Tüm bu isimlerin yanında bana göre dönemin en kilit iki ismi siyasi görüşleri bakımından benzer ideolojilere sahip olsalar dahi yıllarca birbirlerinden nefret eden Çiller-Yılmaz ikilisiydi. Birbirleriyle defalarca siyasi açıdan aynı tarafta durmalarına, siyasi çizgileri oldukça yakın olmalarına rağmen Çiller ve Yılmaz arasındaki karşılıklı nefret ilişkisi doksanlı yılların kaderini etkileyen unsurlardan biri. Dönemin siyasi krizlerinin yanına toplumsal ve dini nitelikli krizleri de ekleyince durum içinden çıkılmaz bir hale geliyor, bu durumda doğal olarak ekonomik krizleri,toplumsal bunalımları ve beraberinde devlete olan güvenenin sorgulanışını getiriyor. 1992 yılı tam bu silsilenin yaşanmaya başladığı yıl olarak gösterilebilir, PKK’lı Musa Anter’in öldürülmesi bahanesiyle artan terör saldırıları, yaşanan büyük hasarlı Erzincan depremi (653 kişi öldü; 3850 kişi yaralandı), Nevruz olayları (40 ölü) ve son olarak Zonguldak maden faciası (200 işçi öldü) toplumun ayarlarıyla yavaştan oynamaya başlamıştı.

1993 yılı adeta faili meçhuller yılıydı, toplumun en tanındık simaları birer birer katledildi, cumhuriyet tarihinin en büyük toplu katliamı yaşandı, terörle mücadele farklı bir boyuta evrildi. En şok ölüm şüphesiz Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın şüpheli ölümüydü. Kimilerine göre eceli ile öldü kimilerine göre ise zehirlendi fakat bir gerçek var ki ölümü çok ani oldu. Diğer şok ölüm gazeteci Uğur Mumcu’nun katledilişiydi, Mumcu arabasına konulan bombalı paketin patlaması sonucu hayatını kaybetti. Uğur Mumcu döneminin en etkili ve taraflı tarafsız en objektif gazetecisiydi, ölümü halk arasında büyük bir infiale yol açtı. Diğer şok ölüm ise Eşref Bitlis Paşa’nın sır dolu, üstü örtülmeye çalışılan ölümüydü. Bu olay halka göre bir suikast devlet düzeyinde ise kaza olarak kabul edildi, ölümünden sonra yaşanan hadiseler olayın basit bir kaza olmadığının kanıtı resmen. Örneğin Bitlis Paşa’nın içinde bulunduğu uçak buzlanmadan dolayı düştü bilgisi verildi fakat bahsi geçen uçak -60'lı derecelerde bile uçabilen ABD yapımı bir uçaktı, olayın yaşandığı sırada Ankara’da hava -2 dereceydi. Diğer bir kanıtta Bitlis Paşa’nın içerisinde olduğu uçağın envanterdeki tek sigortasız vip uçağı olması, bu tarz uçaklar düşse dahi sivil müfettişler uçak sigortasız olduğundan gelip olay yerinde denetleme yapamıyor. Bu bilgiler ışığında Bitlis’in uçağının sigortasız vip uçağı olması öyle basit bir tesadüften çok öte bir komplo olarak değerlendirilebilir. Eşref Bitlis ile birlikte üç subay, bir astsubay ve bir memur şehit oldu, bu olay tarihe faili meçhul bir suikast olarak geçti. Ayrıca Paşa’nın en yakın çalışma arkadaşlarının neredeyse 1 yıl içerisinde teker teker ölmeleri Bitlis Paşa’nın kirli eller tarafından şehit edildiğinin büyük bir kanıtıdır. (Kazım Çillioğlu,Bahtiyar Aydın ve Cem Ersever)

Gelelim 1993'ün en tehlikeli, en çarpıcı ve en acı olayına, Madımak katliamı. Madımak olayları, cumhuriyet tarihinin en kanlı olaylarının başında gelmektedir. Pir Sultan Abdal’ı anma şenlikleri için Sivas’a gelen sanatçılar,yazarlar ve gazeteciler hayatlarının en unutulmaz 2 gününü yaşayacaklarından habersizdi. Aralarında Aziz Nesin,Behçet Aysan, Metin Altıok, Uğur Kaynar, Hasret Gültekin, Nesimi Çimen, Asım Bezirci ve Muhlis Akarsu gibi geniş kitlelerce tanınan insanlar vardı. Cuma namazı sonrası toplanan provoke edilmeye oldukça açık bölge halkı, belirli şahıslar tarafından körüklenen inanılmaz bir nefret rüzgarıyla kısa sürede Nesin ve diğer sanatçıların bulunduğu Madımak hoteli önünde toplandı ve protestolara başladı. Amaçları sadece Aziz Nesin’i teslim alıp linç etmekti fakat Nesin’in yanındakiler bunu reddetti ve polis olay yerine gelene kadar direnme kararı aldılar. Olaylar kısa sürede büyük çatışmaya dönüştü, polis olay yerinde oldukça etkisiz kaldı (etkisiz bırakıldı) olayları kışkırtan kişilerde her geçen saniye etki alanlarını genişletiyordu. Polisin etkisizliği ve saldırganların vahşiliği sonucu gün sonunda çok acı bir tablo çıktı Türkiye’ye, 35 kişi yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdi. Aralarında Aziz Nesin’in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. Türkiye’nin tam orta yerinde kirli eller sünni-alevi çatışması çıkartacak büyüklükte bir katliam yaşattı Türk halkına. Türkiye’nin orta yerinde 35 masum insan yakılarak katledildi, 1000 yıl geçse dahi acısı ve ayıbı unutulmayacak bir trajedi olarak kayıtlara geçti bu olay. Bir Türkiye ayıbı daha!

1993 neredeyse her yanıyla cumhuriyet tarihinin en karamsar yılı olarak gösterilebilir. Madımak olaylarının yarattığı tahribat sürerken bir diğer katliam haberi Başbağlar’dan geldi. Erzincan’ın Kemaliye ilçesinin Başbağlar köyünü basan PKK’lı teröristler 33 köylüyü öldürüp köyü ateşe verdi, 214 ev, köy okulu, köy camii, halkevi yakıldı. Bu olay halk tarafından büyük bir nefret ile karşılandı, 2 Temmuz’da aydınların yakılışı ve sadece 3 gün sonra silahsız,masum köylülerin kurşuna dizilişi katil emperyal güçlerin Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmeleri adına attıkları adımlardan ibaretti aslında. Sadece 4 gün içerisinde hem alevi-sünni hem de Türk-Kürt çatışması alevlendirilmeye çalışıldı. Dönemin iktidarı ve devlet mekanizmalarının adeta donduğu o günlerde halkın çoğunluğunun müsterih duruşu belki de Türkiye’yi olası bir iç savaştan korudu. Bu katliamdan yaklaşık 1.5 ay önce yaşanan Bingöl katliamından da bahsetmek gerekir, 33 silahsız erin şehit düştüğü saldırılar PKK’nın bugüne kadar yaptığı en büyük eylemdi. Yaklaşık 2 ay içerisinde yaşanan tüm olaylar Türkiye’nin bizzat bağımsız bütünlüğünü bozmaya yönelik yapılmış emperyalist destekli saldırılardı. Bingöl,Madımak ve Başbağlar çeşitli yerli işbirlikçilerinin ve katil emperyalist şer odaklarının organize ettiği olaylardı. Kimi zaman yerel halk provoke edildi kimi zaman da pis emelleri için fonladıkları PKK’yı kullandılar, amaç her olayda aynıydı. Böl,parçala ve yönet.
