Doksanlar Türkiyesi -2- 1994–1996
Doksanlar, Türkiye için oldukça kaotik ve karanlık başladı. On yılın ilk çeyreği tam anlamıyla terörün ve ölümün doruklarda hissedildiği bir periyot olarak tarihe geçti. On yılın ikinci çeyreğide ilkinden pek farklı olmayacaktı, 1994–1997 arası da Türk halkı için aynı korkuların paylaşıldığı ve her anlamda toplumun terörize edildiği bir periyot olarak akıllara kazındı. Mafya ile derin devlet arasındaki kirli pazarlıklar gün yüzüne çıkacaktı..
1994 sadece terörün anıldığı bir yıl olmadı aynı zamanda pek çok yolsuzluk ve skandala da tanık oldu. O yılın büyük iki skandalı İSKİ ve Emlak Bankası (Civangate) skallandallarıydı. İSKİ skandalı işin içinde mafya fazla olmadığı için kamuoyuna daha açık şekilde servis edildi, Civangate skandalı ise aslında daha karmaşık daha iç hesaplaşmaların olduğu bir olaydı. Mafya,devlet ve üçüncü şahısların karıştığı olay Türkiye siyasi tarihine geçti. Olay Eylül 1994'te Emlak Bankası Genel Müdürü olan Engin Civan’ın Alaattin Çakıcı’nın adamı olduğu ifade edilen Davut Yıldız tarafından vurulmasıyla duyuldu. İddiaya göre dönemin önemli iş adamlarından ve Turgut Özal’ın yakınlarından biri olan Selim Edes, Emlak Bank’tan 100 milyon dolar kredi almak adına genl başkan Civan’a 3.5 milyon dolar rüşvet veriyor fakat Civan rüşveti almasına rağmen kredinin onayı çıkmadan işinden ayrılıyor. Bunun üzerine Selim Edes parasını geri almak için dönemin mafyaları Dündar Kılıç ve Alaattin Çakıcı’ya başvuruyor ve nihayetinde kurşunlanma olayı gerçekleşiyor fakat olayların daha arkasında daha iyi tandığımız isimlerde var. Özal ailesi’de olaya müdahil oldu çünkü Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal’da Engin Civan’dan 5 milyon dolar para istiyor ve ret cevabı alıyor, ortada bir borç yok. Ahmet Özal’ın Civan’dan beklediği zamanında kendisinin ve babasının onun için yaptıkları kayırmacılığa karşı bir bedel. Bunun üzerine Semra Özal, Kılıç ve Çakıcı’yı olaya müdahil ederek durumun duyulmasına neden oluyor. Bu olay döneme gerçekten damga vurmuş ve Emlak Bankasının batmasına neden olmuş bir olaydır. Mafya-devlet-üçüncü şahıslar arasında geçen hesaplaşma Türk ekonomisine 500 milyon dolara mal oldu. Mafya’nın 1990'lardaki bu rolü daha sonra yaşanan olaylarda da önümüze gelecek ve mafya-devlet arasındaki kirli bağları daha iyi anlamamıza olanak tanıyacaktır.

Tarihler 1995'i gösterdiğinde Türkiye için hiçte güzel hatırlanmayacak olaylar yaşanacaktı. Gazi ve Ümraniye olayları bugün hala hatırlanan ve soru işaretleri hala barındıran olaylar olarak karşımıza çıkıyor. Olaylar Gazi mahallesindeki bir kıraathanelerin taranmasıyla başladı, taramalarda 1 kişi öldü, 5'i ağır 25 kişi yaralandı ve 3 günlük kaotik süreç başlamış oldu. İstanbul’un her yerinden ve çevre illerden gelen Alevi yurttaşlarla birlikte olaylar alevlendi ve ilk kargaşada 1 kişi hayatını kaybetti. Olaylar mahalle dışı etkenlerin kışkırtmaları ile iyice büyüdü, PKK’ya yakınlığı ile bilinen İHD’nin (insan hakları derneği) Gazi’deki olayları iyiden iyiye terörize etmek istedi. Mahalle içinde komite kurularak devletle yapılmak istenen pazarlıklar mahalleyi daha da karmaşık ilişkiler yumağının tam ortasında bıraktı ve bu süreç içerisinde karşılıklı şiddet iyiden iyiye arttı. Olaylar Alevilerin yaşadığı diğer mahallelere de sıçradı, Ümraniye’deki Mustafa Kemal mahallesinde de olaylar çıktı ve 4 kişi yaşamını yitirdi. Tüm olayların toplamında 22 kişi öldü ve 100'den fazla kişi ciddi şekillerde yaralandı, olaylar sırasında 1000'den fazla gözaltı yaşandı. Dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu’nun, Emniyet Amiri Necdet Menzir’in, Mehmet Ağar’ın ve İçişleri Bakanı Nahit Menteşe’nin istifaları istendi. Olaylara geç müdahaleler PKK,DHKP-C ve İHD gibi terörist oluşumların kirli emellerini gerçekleştirmelerine olanak sağladı. Olaylar daha sonra AİHM’e kadar taşındı ve Türkiye 500 milyon euro ödemeye mahkum edildi. Genel bir perspektiften bakıldığında oluşturulmaya çalışılanın Alevi-Devlet savaşının bir provası olduğu, Alevilerin devletle olan bağlarının koparılmaya çalışıldığı, ülke içi karışıklık çıkararak doğu’daki PKK’ya nefes aldırılmaya çalışıldığı (o dönem operasyonlar iyice artmıştı) net bir şekilde görülüyor. Ülke içi her karışıklık, küresel emperyalizme ve onun işbirlikçilerine yarar. Gazi’de amaç iç savaş çıkartmaktı, olay yerinin Gazi seçilmesi, polisin anlamsız sertliği tesadüf değildi bilakis kirli emellerin birer eylemleriydi. Madımak ve Gazi ile Türkiye olası bir din temelli iç savaşın eşiğinden dönüyordu.

Yolsuzluklar,katliamlar, iç savaş denemeleri.. Türkiye’nin doksanları bu çerçevede geçiyor ve üstüne ağır ekonomik dalgalanmalar yaşanıyordu. Siyasi istikrarsızlık, kırda ve şehirde artan PKK-DHKP/C saldırıları ve krizler, halkın yaşam standartlarını iyice kalitesiz hale getirmişti. Yurdun her yerinden gelen ilginç ve korkunç haberlerin artışı bile dönemin atmosferinin tanımlar nitelikte, örneğin Manisa’da örgüt üyesi suçlamasıyla 16 öğrenciye yapılan akıl almaz işkenceler ülke gündemini sarsmıştı. Basına Manisa Davası olarak lanse edilen olay Türkiye’yi temelden sarstı. 1995 böylesine skandallar dolu bir yıl olarak tarihe geçti.
1996 yılı bir kriz ile başladı. Ocak 1996'ya kadar kimin olduğu bile bilinmeyen bir ada bir Türk bandıralı kargo gemisinin Kardak Kayalıkları’nda karaya oturması sonucu krize dönüştü. Sırayla iki ülke adaya bayrak dikerek gövde gösterisi yaptılar. ABD’nin ‘’ateş açan taraf ABD’nin hedefinde olacaktır’’ ultimatomu durumun büyümesini engelledi. Olaylar kan akmadan bitmiş olsa da bu durumda Türkiye hükümetinin gerekli adımları atması ve olayları kendi siyasi propagandası haline getirmesi dönemin hükümeti olan Çiller’i geçici olsa da rahatlattı. Çiller’in “O bayrak inecek, o asker gidecek.” sözleri olayın Türk basınına bir nevi Yunan’a karşı alınan zafer olarak lanse edilmesine neden oldu ve sadece bir kaç ay önce gerçekleşmiş olan Gazi’yi bile unutturdu (bu ülkede bazı şeyler hiç değişmiyor) ve tabiki olayları başından sonuna kadar kendi emelleri için kışkırtıp, bir kenara çekilen ABD emperyalizmi!

1996'ın ikinci büyük olayı Özdemir Sabancı Suikastiydi. DHKP-C’li 3 terörist Mustafa Duyar,İsmail Akkol ve Fahriye Erdal 9 Ocak 1996'da Türkiye’nin en korunaklı binası olarak gösterilen Sabancı Holding’te Özdemir Sabancı ve beraberindeki iki kişiyi öldürdü. Daha sonra anlaşıldı ki amaçları Sakıp Sabancı’ydı fakat Erdal’ın aceleyle Özdemir Sabancı’nın odasına girmesiyle ölen Özdemir Sabancı oldu. Mustafa Duyar’ın olaylardan 3 sene sonra herşeyi açıklayacağım ifadesinin ardından ölü bulunması, Fahriye Erdal’ın suikastten sadece 5 ay önce Sabancı Holding’te işe alınması ve onu işe alan kişinin daha sonra bahsedeceğimiz Susurluk Faciasında ölen polis Hüseyin Kocadağ olması, olayların bir örgüt eyleminden öte bir olay olduğunu kanıtlıyor. Daha sonraları Karagümrük çetesi olarak tanınan Ergin kardeşlerin ‘’Mustafa Duyar’ı öldürmemizi devlet istedi’’ açıklamaları, diğer sanık İsmail Akkol’un ortadan kayboluşu daha haber alınamayışı ve son olarakta Fahriye Erdal’ın Belçika’ya kaçırılışı bu tezi destekler nitelikte. Bana kalırsa o zaman ki mesaj gayet netti, derin devlet denilen mekanizma tüm ülkeye bir mesaj verdi; ‘’nerede olursanız olun, ister en güvenli binada ister bir batakta, eğer bize hizmet etmiyorsanız sizi yok ederiz!’’ Sabancı suikasti ülkeye ve iş dünyasına verilmek istenen bir mesajtı, failler belli olmasına rağmen asla tam olarak aydınlatılamadı ve diğer gibi olaylar üstü örtülerek unutulmaya bırakıldı.

Burada detaylıca bahsetmiyoruz belki ama 1996'nın bu suikastler kadar ses getirmesede önemli sayılacak başka olaylarıda var. Metin Göktepe cinayeti, cezaevi açlık grevleri, dini örgütlerin birbiri ardına kuruluş manifestoları, PKK’nın meclis uzantısı olan HADEP mitinginde istiklal marşı ve Türk bayrağına yapılan saygısızlıklar ve her 1 Mayıs olduğu gibi ölüm haberleri. Ve yılın son büyük olayı Susurluk faciası. Türkiye milliyetçi hareketinin 12 Eylül öncesi en hareketli isimlerinden biri olan ve mafya-devlet arasındaki ilişkinin canlı bir örneği olan Abdullah Çatlı’nın öldürülüşü. 3 Kasım 1996'da Susurluk’ta bir trafik kazası gerçekleşti, kazadan geriye sadece 3 ölü 1 yaralı değil devlet-mafya ilişkileri yumağının ağları ortaya çıktı. İstanbul eski emniyet müdürü yardımcısı, Sabancı suikastinde de adı geçen Hüseyin Kocadağ, üzerinde Mehmet Özbay adına düzenlenmiş bir kimlik bulunan ve o sıra INTERPOL tarafından aranan Abdullah Çatlı ile sevgilisi Gonca Us ve DYP Şanlıurfa milletvekili ve Bucak aşiretinin lideri Sedat Bucak arabanın içindekilerdi, sadece Bucak sağ kurtuldu. Bir polis, bir milletvekili ve bir aranan aynı arabada olunca olaya DGM Cumhuriyet Başsavcılığı hemen el attı, dönemin REFAH-YOL hükümeti bu davanın basından saklanması için uğraşıyordu çünkü Çatlı’nın yanında bir DYP milletvekili yani Sedat Bucak vardı ve bu durum hükümet üzerinde büyük bir baskı oluşturuyordu. İlk istifa olayla ilişkili olduğu iddia edilen İçişleri bakanı Mehmet Ağar’dan geldi ve yerine Meral Akşener getirildi. Netice itibariyle tahmin edileceği üzere failler ve olay tam anlamıyla aydınlatılamadı, bir kaza olduğuna inandırılmaya çalışıldı fakat hemen hemen kimse bunun basit bir kaza olduğuna inanmadı ve hala inanmıyor. Çatlı suikasti de derin devlet mekanizmasının bir eylemi olarak Türkiye siyasi tarihine geçmiş bulundu.

1996 yılı böylesine kaotik böylesine problemli geçmişti. Halk her gün bir facia haberiyle veya ünlü birinin suikast haberiyle uyanmaya alışmıştı, tıpkı 12 Eylül öncesindeki bir ortam hakimdi. Bu sefer dışarıda sağ-sol sloganlarla kavga eden birileri yoktu kullanılan argümanlar daha ciddi ve daha büyük etkili argümanlardı, derin devlet,mafya,tarikatlar,irtica ve yeniden askeri vesayet.